S/ istanbul
33 posts
balkonun bir köşesinde oturuyorum,
kendime uzak, herkese sessiz.
sırtım duvara, kalbim boşluğa yaslı.
birileri gülüyor uzaktan —
gülmek, bazen ne büyük bir teşrif.
ellerim titriyor artık,
kahve bardağı mı düşecek yoksa
bir anı mı devrilecek, bilmiyorum.
insan kendini böyle zamanlarda anlıyor,
bütünlüğü bozan, dıştan değil içten sızan bir kırılma.
gökyüzü ne güzel kararıyor bu gece,
hiçbir yıldız fazla değil,
hiçbiri eksik de değil.
kitabın arasından bir saç teli çıktı. biri beni unutmuş, ama izini iyi saklamış.
aşk, varoluş ve devrim.
ben sana uzak, bilinmedik topraklardan çiçekler sundum. sen de bana kendi içinde saklı, henüz duymadığım hikâyeleri fısılda.
You are my favorite trip
"sen, içini çıkarıp vermek istiyorsun başkalarına. başkaları da bilsin, sana baksınlar diye... değil. sen gibi baksınlar dünyaya diye."
sen bir gün, bir rüyanın kıyısında
yabancı bir acıyı tanıdığında,
işte o zaman göz göze geleceksin onunla —
adı olmayan ama içinde hep var olan o boşlukla.
ne kadar anlatsam,
hiçbir harf tam taşımaz onu.
ama sen, sessizliğin ortasında
benim sustuğum yeri duyacaksın.
onca zaman özlenilen meseleler varken nasıl da birden son buluyor bu özlem, öyle ki özlem ve kavuşma mesafesindeki tutkulu acı umduğuna vardığında özlem hissi hiç gitsin istemiyor. o anın içindeyken de onu özlemek, arzulamak. kalbin onunlayken de özlemle atması istediği. doyumsuzluk.
bazen her şey,
güneşe küsen günebakan gibi
bir küçük his-
"aklıma sokakları dolaşan devrimci çocuklar geliyor. hangi sokağa sapacaklarını hâlâ bilmiyorlar mı diye endişeleniyorum. hangi gün öleceklerini bildikleri gibi... ne zaman dışarı çıksam bu çocuklarla karşılaşıyorum. dünyanın en güzel yüzleri onların. dünyanın en güzel sol elleri onların, dünyanın en güzel gözleri... devrilip dursalar da hâlâ onlara bakınca hayata bağlanıyorum. kocaman pis sürülerin üstüne yürüyen hâlâ onların siyah kazakları. hâlâ en coşkulu hikayeyi uzatıyorlar nefretin kollarına. kırılsın istiyorlar bu kör duvarlar. insan devrilecekse senin gibi devrilmeli atilla, onlar gibi."
*
"tükenirdi monolog
kaçarken içine düştüğüm kara toplum."
yaşamak dışında her şey çok hafif.
yaşamak dışında her şey çok hafif.
uzun ve dik yokuşları çıkmaktan, dar sokaklardan, soğuktan ve rüzgardan, bir yerlere savrulmanın verdiği geçmez sancılı yaralardan, bir günahmış gibi insanların içinde olmaktan, aidiyetsizlikten ve ait sandığım hislerden, ihtimallerden ve heyecanlardan, sevgisizliğin hüküm sürdüğü bu evrende insanların çabasızlıklarına bir kalp vermekten, çok yoruldum.
Paul Newman & Joanne Woodward at Venice Beach
by Allan Grant, 1955
hayatın çoğu anlamda bu kadar acımasız ve adaletsiz oluşu her defasında gözlerimi dolduruyor. tesekkürler, tesekkürler.
biliyorsun fazla ümitvarım. kökünden koparılmamış bir çiçeğin saksıda yeşermesini beklemek kadar. onu seyretmek ona güzel iltifatlar etmek ve koklamak. ama elbet öleceğini bilerek yaşamak. ellerimle kökünden koparmamıştım belki ama toprağa alışamayacağını bile bile ona dokunmak. belki de mesele yaşaması değil, yaşarken güzel olmasıydı. son bir kez parlamak ve geriye bir güzellik bırakmaktı belki de. inan bilmiyorum. ama şunu biliyordun ki, ben fazla ümitvardım. sana şifalı sözler ettim ve dudaklarının arasına üfledim. yaralı bir çiçeği sever gibi sevdim seni belki yardım etseydin bana zaman elbette iyileştirirdi seni.
içimizdeki kırık dökük her anı topladılar, yavaşça kaybolan bir zamanın hatırası gibi. ama gözlerindeki masumiyet, hâlâ bir çiçeğin ilk açışı gibi taze.
"göçe yetişememiş bir kuş kadar üşüyor sağ elim.
oysa büyük yüzölçümlü cümleler kurmak için okyanuslar geçecektim."
"topraksın sen. her şeyin altında duruyorsun. her şey senin üzerinde. yerkabuğu bile."